31 Temmuz 2012 Salı

Cümle aralarındaki üçlü


Bugün atasözlerini merak edesim geldi. Her zaman bir merak konusu olmuştur gerçi benim için. Kim bulmuştur bu sözleri? Oturup üzerinde düşünmüş müdür bu atalar, yoksa hani yolda yürürken sözleriyle pek de gündeme gelememiş diğer atamıza ‘yahu sen şu samanları şimdi saklayıver de elbet gelir zamanı’ mı demiştir? Ya da anlık bir unutkanlık yaşayan bir atamız kim olduğunu sorgularken yanına gelen özlü söz ustası diğer atamıza ‘arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim’ diye mi sormuştur? Olabilir, neden olmasın? Yandan geçen uyanık Abdüllatif ata da bunu kendi sözüymüş gibi yaymıştır sonra. Bilmiş bir eda ile ellerini arkada birleştirip, yan çadıra yeni yerleşmiş kılıç kalkan Hüsrev’in kim olduğunu soran meraklı Telviye ata annemize, ‘De bakalım hanım anne, kimlerle takılır bu Hüsrev? Ondan sonra söyleyeceğim sana onun kim olduğunu’ demiştir. Sonra o oğluna, oğlu kendi torununa, torunu yeğenlerinin yavrularının üçüncü kuşak nesillerine aktarmış, günümüze gelene kadar da ‘Arkadaşların ortak yönü çoktur. Entel entelle, dantel dantelle takılır. Entelin dantelle takılacak hali yok ya!’ halini almıştır. Evet olabilir, yüzde elli ihtimali var. Hatta yolda gelirken üçüncü kuşaktaki Nismet Hatun (tamamen uydurmaca), yıllarca her sabah ineğinden sağdığı sütü ateşte kaynatmış, ateşten aldığı gibi içip her seferinde yanmış, yıllar sonunda da bundan ders alıp sütünü, çorbasını ve hatta yoğurdunu bile üfleyerek yiyip içmiştir. Sonra da anasını örnek alan oğluna, ‘Oğlum ben ettim sen etme. Her şeyi üfleyerek ye ki ağzının yanmaması garanti olsun’ nasihatini vermiştir. Benim gibi günümüz insanları da, bir kere güneşin altında sabahtan akşama malak gibi yatıp gece güneş çarpmasından bayılınca, bir dahaki yıllarda otuz faktörle gölgenin altında güneşlenme alışkanlığı geliştirip, bu olayı bitmek bilmeyen cümlelere sığdırmaya çalışmak yerine Nismet Hatun’un ‘sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer’ özlü sözünü kullanır olmuştur. İyi ki varsın Nismet Ana!

Atasözlerinin, durumu özetleme, olaylardan ders çıkarmada yardımcı olma, Türkçe derslerinde nicelerini öğrenirken ataların başından geçenleri merak etme gibi kişisel gelişime katkıları var. Onu biliyoruz. Peki ya batıl inançları nereye sokmalı? En şaşalısından kara kedi olayı. Yahu elektriğin olmadığı zamanlarda akşam vakti önündeki taşa takılıp düşen Sakar Amca, kara kediden ne istersin? Hayvanın suçu ne o sırada karşısındaki fareyi kovalamak için hızlı pati adımlarıyla ilerlemişse? Sakar Amca sonrasında her felakette etrafta kara kedi aramış, gördüğü anları da sonraki nesillerine aktarmış belli ki. Tekircikler de nesillerdir muzdarip bu durumdan. Sarmanı, pamuğu seviyorlar, onu bir türlü sevmiyorlar. Hep o Sakar Amca yüzünden hep... Bir de gece vakti tırnak kesilmez olayı. Bulunduğunuz yer aydınlık değilse kesmeyin tırnaklarınızı lütfen! Yine elektriksiz devirlerden apaçık bu inanc-ı batıl. Bu sefer de Sakar Amcanın kızının başına gelmiş bahtsız durum. Sen git hava kararmaya yakın uzayan tırnaklarını kes, keserken de azıcık parmaktan alıver. Olur mu hiç? Sen Sakar Amcanın kızısın, ya başkasına kestir tırnaklarını, hadi olmadı gündüz kes di mi? Bak hala akşam tırnak kesemeyen bir çoğunluk var. Neden? Deneyimler arasındaki medeniyet farkını gözden kaçırıyorlar da ondan...

Bunlara değinmişken şu tekerlemelere de dokunmadan edemeyeceğim. Dal sarkar kartal kalkar, kartal kalkar dal sarkar. Bırak ya! Her defasında yedi tekrar yaptırmadan bırakmayan bu gıcık cümleyi kim düşünür, kim bulur, kim diğer kuşaklara aktarır? Ne yalan söyleyeyim, yazarken bile düşündüm azıcık. Ki chat yapmaktan tuşların yerini ezberlemiş biri olarak bu pek başıma gelmez... Bir de şu şemsi paşa pasajında üç tas has hoşaf... Bu pasajda en hasından hoşaf içen üç tipleme gününü gün ederken, ben bu cümleyi her duyduğumda içim gıcıklanıyor. Şemsi paşa paşajı... yok.. şemsi pasa paşajıj.. cık olmadı.. şemsi paşa pasajında (bir umut belirir) üç taş haş hoş... böööüüvvv... o zaman son çare... ŞEMSİ.... PAŞA.... PASAJINDA... ÜÇ... TAS... HAS... HOŞAF.... Üçer saniyelik aralıklarla söyleyince en azından yalandan bir başarma duygusu oluşuyor. Başardım işte... Yerseniz...
Bu anlamlı sorgulamalarımdan sonra sonuç kısmını anlamlı örneklerle noktalamak istiyorum. Nismet Hatun ile Sakar Amca’nın da izinleri olursa tabi...

Acele işe şeytan karışır (açken aceleyle yemeği pişirmeye çalışıp her yere saçtığım, sonunda da peynir ekmeğe kaldığım günün anısına)

Sağ elim kaşınıyor, para gelecek (saçmalığını bilsem de her kaşınışında gözlerimin ışıldayıp ‘ayyy para geleceeeek’ deyişimin anısına)

Al şu takatukaları takatukacıya takatukalatmaya götür, takatukacı takatukaları takatukalamazsa  Takatukacıdan takatukaları takatukalatmadan al geri getir (takatukanın ne olduğunu bilmesem de içinde takatuka ve ekleri geçen dokuz kelimelik bir cümleyi söylemeye çalışmaktaki ısrarım anısına)

27 Temmuz 2012 Cuma

Yok yok.. Şaka değil... Valla...


İçinde bulunduğum durum müthiş derecede absürd. Şöyle anlatayım... Saatlerdir enerji saçmasını umduğum auramı seksen derecelik bir sıcak dalgası ele geçirmiş durumda. Bir türlü gitmiyor. Tüm çabalarımla hala erimemiş bilgisayarımın başına geçip kendimi sorumlu hissettiğim görevlerimi yapmaya niyetleniyorum ki, sıcak dalgası en ağırından iki filmişçesine bir sağ şakağımdan bir sol şakağımdan beynime hücum ediyor. Beynimde fenalık bir basınç... Gerçi bunda bir bitmek bilmez yıl boyunca tiksinç bir şekilde devam eden genzimdeki akıntının tüm kafamı sarması da etkili olabilir. Sanırım yakında kafam patlayacak. Hayırlısı... Böyle ağır saldırılara maruz kalınca mecburen tuşların başından kalkıp biraz uzandım. İyi hoş kafamın ağırlığı biraz yastığa aktı da, bu sefer de beyin kanaması falan olur mu diye sorgu sual yapınca İbrahim'in dahiyane fikri geldi aklıma. Gittim, buzluğa attığı iki büyük su dolu (tabi ki artık buz dolu idi) şişeyi kaptığım gibi kafamı koyduğum yastığın yanına koydum.



Oh ! Güzel... Serin... Kafamın çevresi kırk dereceye indi... Şahane oldu. Sıcak kumlardan serin sulara atlamak... ??? Pek yakınından geçmez ama inceden serinletti işte. Sorun şu: Bir dakika serin, iki dakika serin, üç dakika serin ve ufaktan sıkıcı, dört dakika serin ve orta ayardan sıkıcı, beş dakika serin ve müthiş sıkıcı... Eeee? Bütün gün su şişeleriyle göz göze romantik yapmak... Bu mudur? En iyisi hazır kırklara inmişken tekrar bilgisayarın başına geçmek. Doğruldum, kalktım, adım attım, masanın başına oturdum, ellerimi tuşlara götürdüm ve aha!!! Tekrar çıkıyor elli, altmış, yetmiş, seksen... Yemedi numarayı... Tekrar kalktım başından. Diğer odaları gezdim, koridorda taşların üzerine mi yatsam dedim, baktım onlar da kırkın üstünde, son çare evin güneşten en uzak bölgesi banyoya yöneldim. Yok yok duş almak için falan değil. Şurada şöyle rahat bir köşe bulsam da takılsam diye. Ve sonuç...

Küvetin içindeyim. Başımda bir yastık var, tekrar kırk dereceye inmiş kafamı ona yaslıyorum. Şakaklarımdan filleri uzak tutması için başımın iki yanında buz dolu şişeler var (onlar tekrar su oldular bu süreçte tabi). Bilgisayarım başka bir yastığın üzerinde, motorunun sinir bozucu sıcaklığı bacaklarımı haşlamasın diye. Ayaklarım da musluğun altında şırıl şırıl serinliyor. Bu sefer tam bir OH! Bu sefer vurdum turnayı gözünden. Hem buharlaşmıyorum hem de pineklemiyorum. Genzimin tıkanıklığı artık bunların yanına nazar boncuğu, nefes almasam da olur. Buharlaşmayayım da...

Diyeceğim o ki, şu fenalık sıcaklar bi geçse de (ama korkunç soğuklar da gelmese) hava şöyle bir oda sıcaklığında 24- 25, hadi bilemedin 26-27 falan olsa. Hem gündüz, hem gece... Şöyle ağzımız tatlansa, içimiz kıyılmasa, her gün bayram olsa...


Ekleme: Altıma da bir tane minder aldım. Keyfime diyecek yok.

Not: Coca-Cola'nın her an beni arayıp "bir milyon dolarlık reklam ücretinizi hesabınıza yatırdık" demesini bekliyorum. Beklediğim rakamlar yüksek gelirse makul bir fiyatta da anlaşabiliriz!!!

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Saraybosna'dan Dubrovnik'e süzülmek




“Hazır vize yokken şöyle yakınlarda nereye gitsek” in kaçınılmaz karşılığıydı benim için Dubrovnik. En azından Avrupa Birliği’ne katılmalarının öncesinde. Bu durumu fırsat bilerek dümenimizi kırdık, rotamızı Dubrovnik’e çevirdik. Bundan bir sene önce. Gecikmeli yazının sebebi de yoğunluk falan değil, yazma moduna henüz girebildim.

Belirtmeliyim ki Dubrovnik’e turla gitmeyeyim fikri hakimse direkt uçuş imkanı yok. Bu kadar yoğun bir Türk turist akını varken neden direk olarak uçamıyorum çözmüş olmasam da bizi ismi lazım değil turla gitmek zorunda bırakmalarına karşı koyduk, aktarma yaparız dedik. İyi ki de yapmışız diyorum ve gidecek olanlara da bu güzergâhı tavsiye ediyorum. Şöyle ki...

13 Temmuz 2012 Cuma

Gülse Birsel'den süper bir yazı

Gülse Birsel'in çok sevdiğim bir yazısı. Okuması çok keyifli, paylaşmadan edemedim...


    Söylüyorum, biz çocukken midemiz bulanınca ekmek yedirirlerdi, grip “Yatınca geçer”di, başın ağrıyorsa “Çocukların başı ağrımaz” denirdi, uykun kaçıyorsa “Oyuncaklarını düşün, güzel rüyalar görürsün” şeklinde konuhalledilirdi!
Okuma yazmayı öğrenemiyorsan ya, “Tembel”din ya “Yavaştan, sağlam sağlam öğreniyor”dun! Hüzünlü bir çocuksan “Yazar olacak herhalde” derlerdi, yerinde duramıyorsan, etrafa saldırıyorsan bir tane çakarlardı, susup otururdun.
Kanaatimce pedagojinin zirve yaptığı yıllardı o yıllar.
Çünkü sonra sonra, koşup oynadıktan sonra öksüren çocuk ‘astım başlangıcı’, okuma yazmayı zor söküyorsa ‘disleksik’, hüzünlüyse ‘depresif’, aşırı hareketliyse ‘hiperaktif’ diye nitelendirilmeye başlandı ve o sinameki yetiştirilen tipsizler şimdi büyüdüler!
O kadar ilgi alaka sonrası ola ola ne oldular?
Emo!
Emo ne?
Hani beş-altı yıldır etrafta saçlarını gözlerinin tekini kapatacak şekilde öne öne tarayan, miskin görünüşlü, asık suratlı, beti benzi atmış, sıska, dar pantolonlu, converse’li, siyah ojeli ergenler var ya…
Taksim’de kaldırımlarda filan oturuyorlar.
Aha onlar Emo!
Emo kelimesinin emotional’dan (hissi) geldiği, bu yavruların pek bunalımlı pek güvensiz ve duygusal olduğu, topluma uyum sağlayamadıkları için böyle takıldıkları söyleniyor. Bizim zamanımızda punk vardı ya, onun gibi bir akım, ama bir halta yaramayanı!

HERKESİN KEYFİNİ KAÇIRDIM

Ay kıyamaam!
Zamanında, kendi ergen yıllarımda bu akım daha dünyada yokken 10 gün emo takılmışlığım vardır! Kafam neye bozuktu hatırlamıyorum ama o 10 gün, üstelik de yaz tatilinde, evin o köşesinden bu köşesine oflaya poflaya nemli gözlerle dolaştım.
Saçımı taramadım, denize gitmedim, sohbetlere katılmadım, tebessüm bile etmedim. Akşamları karabasan gibi yemek masasına çöküp herkesin keyfini kaçırdım. Bir akşamüstü, balkonda otururken annem “Ne bu surat her gün, senin derdin ne kızım aaa…” şeklinde pedagojik bir açılım yaptı.
“Sıkılıyorum… Hayat çok anlamsız” cevabımın üzerinden sanırım birkaç saniye geçmişti ki, acı ve can havliyle bir metre havaya sıçradım. Annem, her Türk annesinin uzmanı olduğu ‘mıncırma’ hamlesini oldukça sert ve uyarısız gerçekleştirmiş ti.
Mıncırma, malumunuz evlat artık poposuna terlikle vurulmayacak kadar büyüdüyse, ancak tekdir ile de uslanmıyor ve hakkı kötekse kullanılan, konu komşu, bitişik ev duyar ihtimaline karşı avaz avaz bağırmak yerine geçen bir terbiye şeklidir. Tercihen bel veya bacak bölgesinden bir alan seçilir, elle kavranır ve et, 180 derece çevrilir!Hemen ardından, daha acım ve şaşkınlığım hüküm sürerken, annem kısık sesle,yüzünü yüzüme yaklaştırarak
“Alırım ayağımın altına” diye başladı ve
“Karnın tok sırtın pek! Aklını başına topla! Sıkılıyorsanda git bakkala evin alışverişini yap, sonra da gel yemek kitabından bir kurabiye pişir, akşam misafir var, hadi yallah…” şeklinde bitirdi!

NE DERDİM KALDI NE DE TASAM

Malumunuz eti mıncırılan ergen olay yerinde fazla kalamaz, mıncırandan tırstığı için kendisine yalakalık yapar, arzu ettiği aktiviteleri gerçekleştirir.
Mıncıran mutlu, mıncırılansa artık efendi bir insandır! Aynen öyle oldu. Mıncırma sonrası ne derdim kaldı ne tasam! Emo’luğum o gün bitti, bu yaşa kadar da hep mutlu mesut, uyumlu, üretken biri olarak yaşadım. Şimdinin sokakta bira içen, gelen geçenden ihtiyacı var diye değil, hayat tarzı sandığı için para dilenen, dünyanın bütün derdi sırtındaymış gibi davranıp, bunalım takılıp bir işin ucundan tutmayan emo’larının başında, bizim zamanımızın anne babaları olacaktı ki. Ohoo…
Muma dönerdi hepsi! Bir kere her şeyden önce bütün o yüzü gözü saçla kaplı eşek herifler ibir eşek tıraşına götürürlerdi, kesin!
Ülkenin gençlerine bak.
Tarikat yurtlarında yetiştirilen çocuklar, polise atsın diye eline taş verilenler, bir de emo’lar!
Gelecekten çok umutluyum çok.


7 Temmuz 2012 Cumartesi

Otuz

20'li yaşların öte büyük geldiği zamanlar vardı bana. Hatta 19'dan sonrasında artık hayatın biteceğini falan sanırdım. Sanırım milattan önce gibi bir zamandı. Tamam, henüz 70 yaşına gelmedim ama otuzuma çok yakınım ve yaşım da bir türlü geri gitmiyor. Neyse ki şu, bugüne kadar beni kapıda kimlik gösterme zorunluluğunda bırakan 8 yaş görünümlü suratım var. Yıllardır yaş sınırı olan yerlerde sinirimi bozsa da artık işe yaramaya başlayabilir diye umuyorum. En azından yıllardır beni teselli için söylenmiş sözler bu yönde oldu.

Neyse, sonuçta ben hali hazırda hala yirmilerdeyim. 10'lar değil belki ama 20'ler, o da iyidir. Aslında içine girdikten sonra 10'lardan daha iyi olduğunu farkettiğim de bir gerçek. Darısı otuzların başına...

Birkaç gün önce çok yakın bir arkadaşım girdi 30'una. Dün akşam da ufak bir kutlama yaptık. Görünürde herşey aynıydı ama psikolojik olarak çökmüş olabileceğini, gözlerinin altında kırışıklıkların oluşmaya başlamasına hazırlıklı olmasını, artık daha olgun ve yorgun hissedebileceğini söyleyerek bunların normal olduğunu belirttik, üzülme dedik. Tabi bunları toplu olarak duyunca biraz şaşırdı, 'benim dünkü yaşımdan bir farkım yok' serzenişlerine başladı. Kabul etmek zor tabi, ne de olsa yeni bir çağ onun için... Bir yandan da yıllardır yaşıtım olan arkadaşımla, kritik yaşlarda kendi yaşımızı aşağı yuvarlayıp onunkini yukarı yuvarlayışlarımızı bu sene bırakarak, kendimizi 29 onu 30 göstermemiz de hoşuna gitmedi. Biz de üzülmesin diye ona bir hediye verdik. Eskiden doğumgünü için verirdik, bu sene morali düzelsin diye verdik. Sonra da her fırsatta 'naber otuuuuuuzzz' diye hatrını sorduk ki yaşını benimsesin, otuzlarını yadırgamasın. Tatlısına üç adet mum koyup her birine onar yaş yüklemeyi de unutmadık tabi. Gözlerini kocaman açarak bir mumlara bir bize baktı, belli ki çok hoşuna gitti. Sonra da hepsini tek seferde üfledi, nefesi üçüne de yetti. Yirmilerden gelen bir güç var hala, belli. Dileğini söylemedi, belki biz de otuzlara gelince söyler, onun gibi olgunlaşınca...

Özetle, keyifli bir kutlamaydı. Yirmileri bırakmak istemese de otuzlara da alışacağını tahmin ediyorum. Eh onlara alışsın ki, daha bunun kırkı var, ellisi var, altmışı, yetmişi var. Ama biz şimdi o kadar ileri gitmeyelim. Bunu bir sindirelim, sonra diğerlerini düşünürüz.


Keyifli otuzlar Çil'im. Yirmilerinde içinde kalan herşeyi yapabilesin inşallah :) Ellerinden... Ay, yanaklarından öperim :)

5 Temmuz 2012 Perşembe

Günbatımı keyfi

Penceremin önünde oturmuş şehrin ışıklarını izliyorum şu an. Güneş az önce battı, çok üzülmeyelim diye bize bir süreliğine gölgesini bıraktı. Gölgesi kendinden bile güzel. Ufku kırmızıya boyadı, gözlerim onun güzelliğiyle ziyafet çekiyor oturduğum yerden. Her dakika günün izleri yok olurken uzaktaki ışıklar daha da cazip hale geliyor. Hepsi bir kandilin içindeymişçesine ufak kımıltılarla serilmişler ayaklarıma, beraber ne kadar hoş gözüktüklerini söylüyorlar.

Işıklar karşımda titreşirken daha yukarıda başka bir ışık görüyor gözlerim. İlerliyor. İçinde kimleri taşıdığını bilmediğim bir uçağın aydınlatışları onunki. O, bana diğerlerinden daha çok göz kırpıyor sanırım. Her geçişinde nereye gittiğini düşünmeden edemiyorum. Beni de alsa, bilmediğim, güzel bir yerlere götürse diye içimden geçiriyorum. Ve bir tane daha geçiyor. Nedense her defasında çekici geliyor. Nedense, hep gitmek istiyorum. Sevdiğimi de alıp gitmek, görmek, keşfetmek ve öyle dönmek. Ama o kayboluyor gökyüzünde. Bir dahaki sefere diyorum. Bir dahakine beni de alsan...

Seviyorum bu pencereyi. Önünde oturup seyir sefası yapmayı, kulaklarımda müzik tıngırdarken hayaller kurmayı, tuşlara dokunup kelimelerle oynamayı seviyorum. Love song çalarken onu düşünmeyi de seviyorum. Kimse duymasın ama, şu anki yalnızlığımı bile seviyorum...