Vakit yolculuk vakti yine, çaldı saatim. Her defasında daha
bir tanıdık mekanlar artık, her defasında daha bir aşina yollar. Vakit, kendime
yolculuk vakti yine, içimdeki benlikler zil çalıyor sıra sıra, hep daha bir
seslice. Yeni yeni kimlikler çıkıyor içimdeki kapalı kutulardan. Hangi birini
açsam sahipleniyorum, ona bürünmek istiyorum baştan aşağı. Ama merak hep
savuruyor üzerime kılıcını, kalkanımı attığım gibi kaçıyorum başka gizli kalmış
kimliklere. Kaç tane ben var içimde sayamıyorum bir türlü. Rakamlar bir yandan
çoğalıyor ardışık, bir yandan bölünüyor kendi oldukları yerde. Bir kelime
giydirecek oluyorum üzerine bir tane benin, köşesinden bir yaprak veriyor
ansızın, bir kelime daha istercesine. Hiç bitmiyor benler. Ne kendileri, ne hayatımdan
istedikleri. Yetmiyorum bazen onlara, ödünç veresim geliyor birkaç dosta,
akrabaya. Ama gitmiyorlar. Bir türlü dokunup da alamıyorum avuçlarımın içine.
Onlar da bir türlü uzanıp da çıkamıyorlar kapalı kutulardan dışarı. Yaşayıp
gidiyoruz öylece. Çelişkiler tırmalıyor ya zaman zaman zihnimin sonsuz
ovalarını, üzerine bastıkça çiçek açıyorlar, kokladıkça daha bir ben oluyor
içimdeki benler. O yüzden, vakit yolculuk vakti şimdi. Tırmıkların tok tınıları
dolaşıyor yine sonsuzluktaki düzlüklerde. Alıp sırta hoşgörüleri, empatileri,
gidip bir çalmak lazım kapısını gizli kalmış benlerin.
24 Ekim 2012 Çarşamba
22 Ekim 2012 Pazartesi
Esir Kalanlar
Tuluyhan Uğurlu'nun 'İstanbul Kanatlarımın Altında'
müziğine eşlik etti satırlarım... Müzikle daha bir anlam kazanıyorlar
sanki...
Sonbaharın ‘son’u çizili gökyüzünde. Bulutlara asılı, bir
iniyor aşağı, bir çıkıyor yukarı küskünce. Kimsenin onu sevmediğini biliyor,
hep hüzünlü bakışları, hep yaşlar doldurmuş göz pınarlarını. Aktı akacak
derken, bırakıyor kendini, buluyor damlalar halinde benliğini. Duyuyor
insanları, hep sövüyorlar kendine. Başlarının üzerinde yarım aydan renkli
kumaşlar taşıyorlar, adına da ‘şemsiye’ diyorlar, hüznünden kaçar hallerde.
Sevmiyor onu hiçbiri, kucaklamak istemiyor. Bense bir camın ardından izliyorum,
çok da farklı değilim başkalarından. ‘Son’ olmasaydı adı, bir başkaca olurdu
benim de yüreğimden akanlar. Lakin sövmüyorum yine de. Kederinin ağırlığı sarıp
sarmaladı karanlık koridorlarımı. Usulca, incitmeden sızdılar aydınlık odalarıma.
Harf harf dokudular ortaya çıkardıkları resmi. Ve bulutlara asılı o ‘son’ gibi,
kendi dünyamda bir ‘melankoli’ kazındı usulca.
Gönülsüz bir bahar günü bugün, evet. Başındaki ‘son’
yüzündendir pijamalarımı gün ortasında çıkarmayışım. Ve büründüğü o ıslak,
karanlık benliğindendir bu camın kenarına oturup, polar battaniyeme sarılışım.
Suçlu mudur hep bu sonbahar, hep ona mı aittir bu melankolik duygular? Yoksa
ben miyim her gelişinde fırsat bilip onu sahiplenen? Issız dehlizlerimi
beslemek için ben miyim o ‘son’larda kendimi arayıp bulan? Dinlemek istiyorum
bu defa anlattıklarını sonbahar. Bir dinlesem, duyacağım belki nankörlüğümü.
Bir sussa şu öfkeli, huysuz yanım, melankolinin dokunaklı seslerini
işitebilecek kulaklarım. Susuyorum. Önce dudaklarım, sonra zihnim susuyor
sırayla. Vakit, yüreği konuşturma vaktidir diyorum, bırakıyorum sözü ruhumun
aynasına.
‘Bir yanın o senin’ diyor bana yüreğim. ‘Ne bir suç var
ortada, ne de bir suçlu...’ Ben hep hükümlü tuttum halbuki o melankolileri. Ve
hep azmettirici buldum baharın son demleriyle kıştan kalma o karanlıkları. Ne
hükümlüyü özgür bıraktım dışarı, ne de karanlıkları kucakladım kendimden içeri.
Şimdi yüreğim salıveriyor hepsini. Yıllar sonra, zihnim adına, tüm benliğim adına
içten bir özürle af diliyor onlardan. Ve affediliyor. Yüzü kızarıyor zihnimin,
benliğimin... Bunca yıl esir tutmuş onları, kelepçelemiş, dört yanı duvarla
kaplı odalarda hapsetmiş melankolinin yankılarını ama affediyor onlar tüm bu
karamsarlıklarına rağmen. Yüreğimin her kıpırtısının etrafını sarmalıyorlar, ve
kusursuz bir dengeye ulaşıyor yüreğim ilk defa. Yazdığım her satıra, zihnimde
dolaşan her ‘ilk’e, ‘son’a dokunuyor, bir iz bırakıyor kendinden. Ve zihnim
onunla tanışıyor ilk defa. Zindan köşelerinde sakladığı bu tatlı acı hisle
tanışıyor, ondan hoşlanıyor. Onun, her zaman yüreğimle aşk yaşadığını artık biliyor.
Ve bu yasak aşka, bir aşık da kendisi oluyor.
Melankoli açıyor içimde bu sonbahar günü. Prangaları atmanın
hafifliği üzerinde... Sonbaharınsa harfleri kıpır kıpır şimdi... Zincirleri
kırmış rüzgar, üflemiş bulutu uzaklara. Ve hüznüyle barışık, güneşin miskin
sarısına tutunmuş bizim ‘son’uncu bahar...
15 Ekim 2012 Pazartesi
Hayal Penceremden İçeri
Sıcacık yatağımda açıyorum gözlerimi güzel güne. Güneş yeni
doğuyor, dokunuyor gözlerime ama kamaştırmıyor. Bu saatte uyanmayı seviyorum,
doğayla beraber kucaklıyorum böylece günü. Acıkmışım, midem benden önce
ayaklanmış sanki. Kibar kibar sinyaller gönderiyor beynime, “öncelik sırası
benim” dercesine. Çatı katındaki odamdan aşağı doğru iniyorum. Merdivenler de
benimle güne başlarcasına gıcırdıyor ben üzerlerine bastıkça. “Günaydın”
diyorum gıcırtılarına cevaben, iniyorum sıcak evimin alt katına. Evet, çok
sıcak bir ev burası. Her yanı benden bir parça, öyle içten, sevimli bir ev. Onu
sıcak bulmam bu yüzden. Keyif köşemde yine yünden şalımı bırakmışım dün gece,
üzerinde de merakla okuduğum kitap duruyor, o uyanmamış sanki henüz. Ben diğer
köşeye doğru ilerliyorum, mutfağımın bulunduğu tarafa doğru. En sevdiğim yer
burası desem, bilmem gücenir mi diğerleri... Aslında mutfak diye ayırt etmem
çok doğru olur mu, pek de emin değilim. Zira, merdivenlerin son basamağından
adımımı attığımda tüm bu kat bir bütün karşımda. Odalar yok, kolonlar, duvarlar
yok bölmeleri ayıran. Salonum da burası, hobi odam da, mutfağım da. Bense en
çok boydan boya camla kaplı olan mutfak tarafında oturmayı seviyorum, özellikle
de gündüzleri. Yemek yediğim masa, camın hemen önünde. Oturuyorum oraya, gölü
seyrederek kahvaltımı yapıyorum her sabah. Aşığım bu göle, sadece birkaç adım
var aramızda. Ve ben bu sabah da, öncelikle ona bir günaydın demeden
oturmayacağım kahvaltımın başına. İlerliyorum cama doğru, buradan doğru bahçeye
çıkmak ne büyük keyif, şanslı olduğumu hissediyorum. Camdan kapının üzerindeki
kolu çeviriyorum sağa doğru, sürgülü bölmeyi ittiriyorum sonuna kadar. Bir rüzgar
çarpıyor yüzüme, serince. Sandalyenin üzerindeki hırkayı alıyorum üzerime,
adımımı atıyorum bahçeye. İçime çekiyorum taze havayı, ciğerlerim coşku seline
kapılıyor adeta. Bir daha istiyorlar, ben de bir daha çekiyorum ve bir daha...
Sonra öğrendiğim birkaç meditasyon hareketini yapıyorum. Esnetiyorum vücudumu,
kemiklerimi açıyorum, onlar da rahatlıyor bir güzel. Ayılıyor her hücrem. Bu
dakikalar karşılığında bana güzel bir gün geçirteceklerine söz veriyorlar
sessiz coşkularıyla.
Mutfağıma dönüyorum, sağlıklı bir kahvaltı tabağı
hazırlıyorum kendime. Biraz peynir, birkaç tane zeytin, birkaç küçük de domates
koyuyorum tabağıma. Zeytin ve domateslerin üzerine inceden zeytinyağı
döküyorum, üzerlerine de biraz kekik. Bir de portakal suyu sıkıyorum, koyuyorum
onu da masaya. Dünden kalma ekmekler vardı ekmekliğimde, onlardan da üç dilim
alıp kızartıyorum hafif. Yumuşacık oluveriyorlar, hem de çıtır çıtır. Oturuyorum
masama. Unutmadan, bir de müzik açıyorum şöyle sakin bir şeyler. Önümdeki manzarayla
beraber eşlik etsin istiyorum, pek de iyi geliyor. Oturuyorum masaya, müzikle
uyumlu başlıyorum keyifle yemeye.
Çok uzun sürmüyor, lakin çok zevk alıyorum bu basit
kahvaltıdan. Doyduğumu hissediyorum, kalkma vaktidir deyip kaldırıyorum
tabağımı, bardağımı. Şöyle bir sudan geçiriyorum, koyuyorum musluğun yanına
kurusunlar diye. Ardından iş başına oturma vaktidir artık diyorum, alıyorum
elime orta sehpada duran bilgisayarımı. Bahçeye doğru ilerliyorum, oturuyorum
çınar ağacımın yanındaki koltuğuma. Bilgisayar sehpamı da koltuğa
yanaştırıyorum, ve hazırım artık yazmaya. Bakalım nerede kalmıştık? Görüyorum,
yüz yirminci sayfaya gelmiş romanım. İşler iyice karıştı hikayede, iyice
karıştırmak için koyuluyorum tuşlara basmaya. Sıra sıra dökülüyor kelimeler,
burada yazmayı seviyorum.
Boynumun ağrıdığını hissediyorum bir zaman sonra. Saate bakıyorum,
nasıl da geçmiş vakit. Öğleni bulmuşum, karnım da hafif acıkmaya başlamış
sanki. Sinyalleri duyuyorum yine uzaktan. Kaydediyorum yazdıklarımı,
ayaklanıyorum. Kasabaya inmeli bir şeyler yemek için. Üzerimi değiştirmeye
gidiyorum. Bakıyorum dolabıma, en son giydiklerimi seçiyorum. Şık giyinmeyi çoktan
unuttum, en çok da bu halini seviyorum bu basit kasabanın. Saçlarımı da
açıyorum, biraz nefes alsınlar. Anahtarımı alıyorum, biraz bozuk para ve de bir
hırka. Kışı bile yumuşacık buranın, bu pofidik hırka sımsıcak tutuyor beni. Çıkıyorum
dışarı, kilitliyorum kapımı. Bisikletime doğru ilerliyorum, açıyorum onun da
kilidini. Ne çok seviyorum böyle bisikletle gidip gelebilmeyi. Çevirdikçe pedalları,
hızlanıyorum, rüzgarı daha çok hissediyorum yüzümde. Sonra biraz üşüyünce
yüzüm, sabitliyorum ayaklarımı, yavaşlıyor bisikletim. On dakika sürüyor
kasabaya varışım. Seviyorum burayı, herkes tanıdık. Nurettin Amca’nın dükkanına
doğru giderken selam veriyorum sırayla Gülten Abla’ya, Faruk Abi’ye ve bizim
muzur Kerem’e. Sonra varıyorum durağıma, “Merhaba Nurettin Amca” diyorum, sesim
yüksekçe. “Hoş geldin kızım” diyor, “Geç otur şöyle, mantı mı çekti yine canın?”
Nasıl da bilir beni, gülümsememle Necla Teyze’ye seslenmesi bir oluyor. “Hanım,
bizim kıza bir tabak mantı yapıver.” Pek tonton Nurettin Amca, hepsini çok severim
ya, onun yeri bir başka bende. Ben gülümseyerek ona bakarken, o da başlıyor
sabah gelen turistlerin tuhaflıklarını anlatmaya. Tam beraber gülüşürken
birileri giriyor içeri, belli yabancı bunlar da buralara. Benden izin istiyor
Nurettin Amca, “tabi” diyorum, bir de o günkü gazeteyi rica ediyorum eğer
varsa. Şanslıyım, gazetemle beraber mantım da geliyor. Bir lokma yemek yiyip,
bir cümle haber okuyorum.
Bir saat geçiyor herhalde üzerinden. Pek bir doydum bu
sefer, karnımı tutup bir of çekiyorum. Kapatıyorum gazetenin sayfalarını,
katlayıp koyuyorum masanın üzerine. Yemeğin ücretini de masaya koyuyorum,
ayaklanıyorum gitmek üzere. Nurettin Amca köşedeki masadan el sallıyor bana,
yine sohbete tutuşmuş belli ki yeni konuklarıyla. Hiç bitmiyor anlatacakları. Çıkıyorum
ben dışarı, bisikletimi almadan göl kenarına ilerliyorum. Biraz yürüyüş yapmak
istiyorum, burada düşünmeyi seviyorum. Adımlarım hızlandıkça kafam da daha iyi
çalışıyor sanki. Hikayeme odaklıyorum aklımı, dizi dizi fikirler yığılıyor ardı
ardına. Bir yandan yürüyorum, bir yandan onları izliyorum göz perdemin
arkasından. Sonra bakıyorum çok hızlılar, önümdeki banka oturmaya karar
veriyorum. Yerleşiyorum tahtadan banka, biraz gölü, biraz onu çevreleyen
dağları, biraz da aklımdaki fikirleri izliyorum. Bu defa daha yavaş. Bu dinginlikte
her şey daha net sanki. Hayat, doğa, zihin ve diğer her şey. Ermişçesine kalkıyorum
ayağa, geldiğim yolu geri yürüyorum. İçime dolan güzellikler için bir kez daha
ne kadar şanslı olduğumu düşünüyorum. Aklım hür, bisikletimin yanına varıyorum.
Başlıyorum yine pedalları çevirmeye, evime doğru yol alıyorum.
Geliyorum evime, açıyorum kilitli kapımı ve doğru bahçeye
geçiyorum. Açıyorum yine bilgisayarı, yazıyorum bir nehirde akıp gidercesine. Yine
saatler geçiyor. Güneş batmasa, farkında bile olmam akşam olduğunun. Ama güneşin
gidişini fırsat bilircesine bir serinlik çöküyor üzerime. Anlıyorum ki artık
kalkma vakti, giriyorum içeri, kapatıyorum camdan kapımı. Çok acıkmadı bu sefer
karnım, atıştırmalık bir tabak hazırlıyorum kendime. Masaya doğru yönelecekken
kasabada elime tutuşturdukları broşürü görüyor gözlerim, elime alıp salonumun
ortasındaki halıya oturuyorum. Tabağımı da sehpaya koyuyorum, bir yandan
atıştırırken bir yandan göz atıyorum broşüre. Bir festival yapılacakmış üç
hafta sonra. Bahar festivaliymiş adı, herkes davetliymiş. Hoşuma gidiyor, eş
dost herkes katılır bizim kasabadan muhakkak. Burada yaşamak güzel, şehir
hayatını hiç özlemiyorum. Bunu düşünürken son lokmamı yediğimi fark ediyorum.
Güzel oldu, akşam yemeği için ideal bir porsiyon. Tabağımı yıkıyorum yine,
sabah yıkadıklarımın yanına ekliyorum kurusun diye.
Ve gün sonu keyfi. Dün gece bıraktığım keyif koltuğumda
kitabım ve yünden şalım beni davet ediyor yine. Yaklaşıyorum yanlarına. Kitabı elime
alıp şala sarınıyorum sıcacık, başlıyorum bu defa okumaya. On, yirmi, otuz
sayfa... En sevdiğim yazarlardan bu kadın, “acaba benim yazılarım da böyle
okunur mu?” diye iç geçiriyorum. Üçüncü günün sonunda bitiriyorum kitabı,
içimde bir hüzün. Öyle girmişim ki dünyasına, orayı bırakmak zor geliyor,
çıkmak istemiyorum. Bu gecelik hayallerimi süsleyecek yine kahramanları ama
yarın kendi dünyama döneceğim biliyorum. Kalkıyorum yerimden, çıkıyorum
merdivenlerden yukarı. Dağınık yatağımda katlanmamış pijamalarım duruyor,
alıyor geçiriyorum üzerime. Sonra uzanıyorum yatağıma, cam tarafına dönüyorum. Başka
başka hayallerle kapıyorum gözlerimi güne, tebessüm eden dudaklarım eşlik
ediyor uykuma. Kimsin sen diye soruyor rüyamda bana ait bir izdüşüm. “Ben mi?”
diyorum, “Ben hayallerindeki senim...”
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)