Kalabalığın içinde kafası karışık
biri oturuyordu. Genç bir kız. Etrafındakiler hızlı adımlarla yürürken,
telefonun öteki ucuna dert yanarken, ciddi ifadelere bürünmüş halde
sorumluluklarını yerine getirirken, genç kız oturduğu masada öylece duruyordu.
Önünde bir fincan çayın dumanları havada dağılıyor, o, dumanların arasında
kendi dünyasını arıyordu. Aklındaki onca harekete rağmen, bunların orta
yerindeki ufak boşluktan öteye gidememek onu hayrete düşürüyordu.
Mekanik sesleri duyuyordu. Etrafını
saran duvarlarda sıkışıyordu. Fiziksel kalıplarda hapsoluyor, zihninin hayat
dolu yanarına ulaşamıyordu. Oysa zihni, ruhu çoktan buraları terk etmişti.
Doğuda, batıda, geçmişte, ötekilerin hikayelerinde idi. Çizilmiş sınırları,
tasarlanmış engelleri yoktu. Onlar her yerdeydi... Onlar her şeyin içindeydi...
Bir yudum aldı kız çayından.
Beyaz seramikten fincana baktı, ona dokundu. Bu yapay zarafetin, estetiğin
bedeliydi içinde bulunduğu yalıtılmış dünya. Lüks barınakların, dört tekerlekli
mesafe yakınlaştırıcıların, hayatı bir pencereye indirgeyen el oyuncaklarının
bir bedeli vardı elbet. Zihni hepsini alaşağı ederken, kız naif fincandaki
sıcak çaydan bir yudum daha aldı.
Biliyordu. İçinde yüzdüğü
balondan hiç çıkamayacaktı. Süslü kelepçeler bileklerine bir kere takılmıştı,
şimdi ancak hücrenin tepesindeki küçük pencereden dışarıya bakabilecekti.
Gördüklerinin ötesi hiçbir zaman içine sığmayacaktı. Bedeni zarif dünyada hapis
kalacak, zihni evrenin sonsuzluğunda özgür gezecekti.