18 Temmuz 2013 Perşembe

Seramik Fincanın Bedeli





Kalabalığın içinde kafası karışık biri oturuyordu. Genç bir kız. Etrafındakiler hızlı adımlarla yürürken, telefonun öteki ucuna dert yanarken, ciddi ifadelere bürünmüş halde sorumluluklarını yerine getirirken, genç kız oturduğu masada öylece duruyordu. Önünde bir fincan çayın dumanları havada dağılıyor, o, dumanların arasında kendi dünyasını arıyordu. Aklındaki onca harekete rağmen, bunların orta yerindeki ufak boşluktan öteye gidememek onu hayrete düşürüyordu.

Mekanik sesleri duyuyordu. Etrafını saran duvarlarda sıkışıyordu. Fiziksel kalıplarda hapsoluyor, zihninin hayat dolu yanarına ulaşamıyordu. Oysa zihni, ruhu çoktan buraları terk etmişti. Doğuda, batıda, geçmişte, ötekilerin hikayelerinde idi. Çizilmiş sınırları, tasarlanmış engelleri yoktu. Onlar her yerdeydi... Onlar her şeyin içindeydi...

Bir yudum aldı kız çayından. Beyaz seramikten fincana baktı, ona dokundu. Bu yapay zarafetin, estetiğin bedeliydi içinde bulunduğu yalıtılmış dünya. Lüks barınakların, dört tekerlekli mesafe yakınlaştırıcıların, hayatı bir pencereye indirgeyen el oyuncaklarının bir bedeli vardı elbet. Zihni hepsini alaşağı ederken, kız naif fincandaki sıcak çaydan bir yudum daha aldı.

Biliyordu. İçinde yüzdüğü balondan hiç çıkamayacaktı. Süslü kelepçeler bileklerine bir kere takılmıştı, şimdi ancak hücrenin tepesindeki küçük pencereden dışarıya bakabilecekti. Gördüklerinin ötesi hiçbir zaman içine sığmayacaktı. Bedeni zarif dünyada hapis kalacak, zihni evrenin sonsuzluğunda özgür gezecekti.

3 Nisan 2013 Çarşamba

Değişim, Değişmeyenin



Aylar sonra ilk defa kucaklıyorum güneşin, çimlerin, renklere bürünen ağaçlardaki çiçeklerin buluşmasını. Sırtımı güneşe, yüzümü yaşamın içine çeviriyorum. Yayıldığım çimlerin üzerinde, hayatı seyrediyorum. Hayatı dinliyorum. Kuş sesleri, çocuk sesleri, kahkahaların sesleri, yaşamın sesleri geliyor kulağıma. Bir de ansızın tüm zamanların sesi geliveriyor...

Yaşamı izlerken, değişimin bir kılıfa bürünmekten ibaret olduğunu görüyorum. Değişimin, köşedeki kızın üzerine giydiği tayta, yanındaki oğlanın elindeki telefona, sevimli köpeğin boynuna geçen tasmaya, veya gözlere takılan koyu renkli gözlüklere sığındığını görüyorum. İlk insan modelinin üzerine giydirilen bir kılıf değilse ne anlama geliyor tüm bu eklentiler? Soruyorum...

Çekip çıkarıyorum aklımın ilk çağ insanını köşesinden. Üzerine tarz elbiseler giydirip, saçlarına modern bir görünüm kazandırıyorum. Bir eline telefon ve bilgisayar, öteki eline arabasının anahtarını veriyorum. Cebine para ve renk renk kredi kartları koyup yemeklerini artık cebindekilerle satın alacağını söylüyorum. Bir de ekliyorum, artık hayatta kalmak için avlanmak yerine bir meslek edinip o cebi dolduracaksın. Ceptekiler ne kadar fazla olursa, yaşamın tadını da o kadar çıkartacaksın...

Hayalimdeki insanın, kılıfını yadırgasa da hayatını benimseyeceğine inanıyorum. Birkaç hafta, belki birkaç ay sürecek ama yıllar geçmeyecek bugünü yakalamak için. Çünkü içinden gelenler zamana yenik düşmeyecek. Bahar geldiğinde o da kendini yeşilliklere atacak... Yaz geldiğinde en yakınındaki suya gidip serinleyecek, sonbaharın renklerine aşık olacak... Kışın ayazlarından kaçıp kapalı duvarlara sığınacak... O da bizim gibi hayatın doğal akışına kapılacak. Sevindiğinde dans edecek, sıkıldığında bir dost arayacak. Bir kapıdan girip ötekinden çıktığında, yüzündeki kırışıklıklara şahit olacak. Ruhu kah mutluluktan uçacak, kah kederlerde boğulacak. O da bizim gibi, yaşaması gereken hayat nasılsa, onu yaşayacak.

Kılıfında değil de nerede saklı öyleyse değişim? Özünde hayat hep aynı nehirde akarken, cam bir kavanoza girip böbürlenmek ne haddimize?